Almanya’ya Geldik De Başımız Göğe Mi Erdi?

2 Paylaşım
2
0
0

Valla göğe erdi desek yalan söylemiş olmayız. Ara tatilimizde İstanbul’a gittiğimizde istinasız her akraba ve arkadaşımız “ee nasıl oralar, burası mı güzel orası mı” sorusunu çeşitli versiyonlarla sordular. Hatta o soruları kaç farklı şekilde duymuş olabilme ihtimalimiz üzerine bir tartışmaya da girdik kendi içimizde desek yeridir. Bu yazı bu soruyu kökten ortadan kaldıracak bir cevap olmakla birlikte henüz 1 yılını tamamlamamış bizim, 1 yıl öncesi analizimiz olarak burada dursun istedik. Bir de bunun 1 yılı tamamladıktan sonraki analizler üzerine bir örneği gelecek zamanı geldiğinde. Böylelikle bu gibi konularda daha ince eleyip sık dokuyan yurt dışındaki yaşamı merak edenler için karşılaştırma yapılabilmesi için umarım işe yarar olacaktır. Öyleyse buyurun yeni yaşamlarının 9’uncu aylarındaki Serkan ve Bahar’ın Almanya gözlemlerini okumaya:)

 

1.”Almanya’da ırkçılık var diyoğğlağ doğvu mu Samet?!”

Bu soruya net yanıt vermek için belki de 8 ay size kısa gelebilir ama öte yandan bakınca 8 ay artık bizim burada o turist gözlüklerimizi çıkartıp, buradaki yerel hayatın içerisinde yavaş yavaş vücut bulduğumuzun da bir göstergesi aynı zamanda. Biz Münih’te yaşıyoruz, Münih ultra uluslararası bir şehir. Yani her ülkeden, her milletten insana rastlıyorsunuz. Fakat biz Almanlar tarafından ırkçı bir tutumla karşı karşıya gelmedik şimdiye dek. Almanlar tarafından geleceği beklenen aşağılayıcı tavırları çok aşırı olmamakla birlikte birkaç kez daha çok buradaki göçmenlerden gördük. Sizin o yarım Almancanıza bir Alman sizi saygıyla karşılayıp nazikçe cevap verirken, henüz bir iki yıldır Almanya’da yaşayan herhangi bir yerden gelen göçmen alayımsı tavırlarda bulunup kahkaha atarak düzeltme girişiminde bulunabiliyor (kendince küçük düşürmeye çalışarak). Bir iki yerde buna benzer tavırla karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Yani elin aynı yollardan geçmiş, halden anlamasını beklediğiniz göçmeni ırkçılık yapıyor ama Alman böyle tavırlarda bulunmuyor. Bunun dışında, Münih’te öyle suç olaylarına dek gelinmiyor, zaten dünyanın en yaşanabilir 3.kenti olmasının etkenlerinden biri de bu, suç oranı pek düşük. Açıkçası biz de sokakta herhangi bir olaya şahit olmadık şimdiye dek, ırkçı bir tavır ile (yukarıdaki saydığım durum haricinde daha büyük bir olayla) hiç karşılaşmadık fakat bir gün hiç olmayacağı anlamına gelmiyor yine de bu. Ama yine de sizlere tavsiyemiz, aklınız ve ufkunuz açık olsun, siz iyi ve dürüst olduğunuz sürece kötü olaylar sizi bulmaz. Almanlar’ın size karşı genel olarak tavırları nasıl diye soracak olursanız (yine sormadınız, olmuyor ama böyle); bize yaklaşımlarında oldukça kibar ve güleryüzlüler sadece mesafeliler, öyle sıkı sıkıya bir Alman’la arkadaş olamıyorsunuz. Bunda da tabi Türk sıcakkanlılığının Almanlar’a göre bir artısı var. Ama kesinlikle kibar olduklarının altını çizelim.

2. Oralarda Türkiye’deki gibi sebze, meyve bulabiliyor musunuz ve ne yiyorsunuz?

Denizi bile olmayan (Ülkenin kuzey kısmındaki Kuzey Buz Denizi’ni ve Baltık Denizi’ni es geçiyoruz, ülke genelinin denize kıyısı yok) ve ekonomisi tarımdan ziyade sanayi ve teknolojiye dayanan Almanya’daki çoğu marketteki (en azından bizim denk geldiklerimiz, her markete girdik de diyebiliriz) sebze ve meyvelerin 1.sınıf kalite olduğunu söylersek ne dersiniz? Bazen üzerinde Antalya Türkiye yazan bir meyveye denk geliyoruz, memleketimizde aynı hasatın daha düşük kaliteleri tüketilirken en iyi kaliteye sahip malları Almanya gibi ekonomisi güçlü ülkelere ihraç ediliyor. Bunun dışında Almanya’daki restoranlara gelecek olursak burada da belirtmemiz gereken bir durum var. Almanya’daki restoranların hiçbiri Alman mutfak kültürüne ait değil neredeyse. Çünkü Alman mutfağı diye birşey yok:) Buraya gelen göçmenler ilk iş olarak buraya kendi kültürlerine özgü yemekleri getirmişler ve Almanlar da bu lezzetlere bayılıyorlar. Örneğin, Almanya’daki en çok göçmen olan milletlerin başında Türkler’den sonra İtalyan’lar yer alıyor ve her yerde İtalyan restoranı görmeniz mümkün. Yine aynı şekilde Çin, Japon ve Hindistan mutfakları da en az İtalyan mutfağı kadar yer kaplayan ve ilgi gören diğer mutfaklar. Türk mutfağının ise bizce iyi temsil edilmediğini düşünüyoruz biz. Tabi bu bizim fikrimiz. Sıkça “kebab” adı altında dönerci görüyorsunuz ama çoğunun pek kaliteli olduğunu söylemeyiz, döneri ise bildiğimiz döner gibi gelmiyor bize. Ki ayrıca Türk mutfağı adına onca güzelim yemek, meze, çorba, etli ve sebzeli yemek varken tek başına dönerin bu liderlik koltuğunu sahiplenmesi nedendir hiç anlayamıyoruz. Çok az sayıda Türk mutfağına dair bu lezzetleri sunan yerler de yok değil ama bizce Almanya’da bu tarz Türk restoranına daha çok ihtiyaç var.

3. Alman’ın parası değerli, “dış mihrakların oyunlarından” kolay etkilenmiyor ama Türkiye’de alım gücü çok mu yüksek?

Biz bir ekonomist değiliz fakat cebimizdeki kuruşların eriyip gittiğini ya da erimediğini anlayacak kadar kendi parasını sorgulayan insanlar olduğumuzu düşünüyoruz. Euro dünya genelinde değerli bir para birimi, bunu hepimiz biliyoruz fakat alım gücü diye bir olay var bir de. Biraz onun üzerinde durmak gerek. Çünkü hepimizi ilgilendiren şey aslında Euro’nun ya da TL’nin dünya genelindeki değerinden ziyade alım gücündeki etkisi (Aslında bu ikisi birbiriyle bağlantılı olduğu için öyle, kafalar yandı yazmaktan). Buna şöyle internetten bu konulara değinen bir YouTuberın videosu ile değineceğiz farkı anlayın diye ama izlemeye üşenenler için de şöyle açıklayalım. İki ülkede de asgari ücretlinin maaşı aşağı yukarı benzer rakamlara sahip. Almanya’da ortalama asgari ücret 1300-1400 Euro (kur farkını hesaplamaya kalkmayın geliyor terlik), Türkiye’de ise 1600 TL. Yani para değerini değil, para birimini göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’deki asgari ücretli 1600, Almanya’daki asgari ücretli 1400 alıyor. Yani Türkiye’dekinin eline 200 para birimi daha fazla maaş geçiyor aslında. Fakat ah o alım gücü yok mu o alım gücü, işin rengini o değiştiriyor. Burada da Türkiye ekonomisinin maalesef içimizi burksa da çöküşü ve aslında hiçbir zaman iyileştirilememiş olması en büyük sebep. Maalesef dışa bağımlı bir ülkeyiz, kendi bilimimiz, sanayimiz ve hatta artık tarımımız yok. Her neyse, bu para birimlerini bir yerde tutalım ve somut temel ihtiyaçlardan bir iki örnek vererek size durumu daha iyi izah edelim. Almanya’daki asgari ücretli marketten 1 kilo et almaya kalktığında parasının 8-10 birimini verirken, Türkiye’deki asgari ücretli 1 kilo et için 50-60 birimini veriyor. Bir de temel temizlik malzemesinden bir örnekle pekiştirelim konuyu. Türkiye’de 32’li bir tuvalet kağıdı ortalama 25-30 Lira arasında değişirken burada 32’li satılmıyor genellikle ama 10’lusundan örnek verelim 2-3 Euro. 3 tane 10’ludan aldığımızı düşünürsek belki Türkiye’deki 32’li tuvalet kağıdı ile daha net kıyaslama yapmış oluruz; böyle olduğunda da Almanya’daki fiyat 9 Euro ederken, Türkiye’deki 25-30 Lira. Hal böyleyken Almanya’daki asgari ücretli aylık market alışverişini daha istediği gibi yapıp, ayda istediği kadar et yiyebiliyorken; Türkiye’deki asgari ücretle ayda sınırlı oranda et tüketebiliyor. Konuyu daha iyi izah etmeniz adına şuradaki videoyu izleyebilirsiniz.

4. Üç beş ağaç için mutlu olanlar ve sadece azıcık huzur talep eden insanlar

Bu üç beş ağaç meselesi keyfi bir talep olmadı hiçbir zaman. İnsanoğlunun varlığı büyük oranda oksijene yani doğanın sunduğu olanaklara bağlı. Siz o olanakları hergün biraz biraz katledip yerini inşaatlara bırakırsanız orada tamamen sorunsuz, mutlu bir şekilde yaşadığınızdan bahsedemezsiniz. Bizim Türkiye’de (yalnızca İstanbul adına konuşmuyoruz) gözümüzü öyle bir bağlamışlar ki; üç beş ağacın hesabını sormak bile, soranların oldukça rahat bir yaşamları varmış da, sormak için soruyorlarmış gibi bir önyargı dayatıldı bugüne kadar. Avrupa’da (hadi konuyu Münih’le sınırlandıralım) park, bahçe olmayan semt, sokak yok neredeyse. Her yerde çocuklar, gençler, yaşlılar istedikleri gibi zaman geçirebiliyorlar. Evet, az önce de yazmış olduğumuz gibi ağaçlar insanoğlunun rahatça oksijen alıp metabolizmasının rahatça çalışması için önemlidir. Çünkü ağaçlar olmazsa insanoğlu da olmaz.

5. O güzel insanlar o güzel 21 vitesli bisikletlerine binip gittiler

Bizim en çok bahsetmekten keyif aldığımız bir konu bu. Avrupa’da bisikletin yaş, statü, cinsiyet fark etmeksizin insan yaşamının her alanında bu kadar aktif olduğunu görmeyi biz medeniyet anlamında önemli bir adım olarak niteliyoruz. Bizim gibi yaşamının önemli bir kısmını Türkiye’de geçirmiş, yaşı daha ileri olanları geçtim, gençlerinin bile “aman yağmur yağdı, aman kar yağacak düşüp bir yerimizi kırmayalım” dediğinde; Avrupa’da kışın ortasında, sabahın 8 buçuğunda bisikletiyle yollara düşen 70 yaşındaki teyzelere, amcalara dahi rastlayabiliyorsunuz. Zaten şehirler genel olarak dümdüz, yollar bisiklet kullanılmaya elverişli ayrıca bisiklet yolu olmayan cadde ve sokağa rastlamıyorsunuz. Her nerede otomobile önem verilmişse bilin ki orada bisiklet de en az otomobil kadar değerli ve aynı yol hakkına o da sahip. Hatta otomobilden daha öncelikli ve daha fazla hakka sahip. Almanya’ya taşınır taşınmaz bizim hayatımızda değişim gösteren en önemli devrimlerden biridir belki de bisiklet. Artık ayda yılda bir gördüğümüz bisiklet buraya taşındığımız ilk zamanlardan beri benim birinci tercih ettiğim ulaşım aracı haline geldi. Metroya, arabaya ihtiyaç duymadan istediğiniz her yere iki tekerle gitmek İstanbul’da yapamayacağımız bir şeydi, bu bizim açımızdan önemli bir devrim oldu. Öte yandan geçtiğimiz günlerde Bahar’a da bir bisiklet aldık, o da artık istediği zaman bisikletiyle yollara düşen süslü hanımlar familyasına katıldı. Bahar’ın ilk test sürüşünü ve Münih’in bisiklet yollarını içeren bir video yükledik YouTube kanalımıza, dileyenler bisikletin şehir hayatına entegre halini yansıtan bu videoyu buradan tıklayarak izleyebilirler.

6. Bisikletin sosyal hayatın önemli bir parçası olmasının en büyük kazanımı; bisikletle iş yapmak

Bisikletle ilgili çok şey yazabiliriz… Bazı noktalarda otomobil trafiğinden çok bisiklet trafiğiyle karşı karşıya kalabiliyorsunuz, o derece… Almanya’da bisikletle iş yapmak dahi mümkün. Hem spor, hem para kazanmanın tek bir paket halinde bisikletseverlere sunulduğu en büyük iş olanağı ise kuryelik. Firma ismi vermiş gibi olacak ama örnekleme yapmak adına yazıyoruz, bizim Türkiye’deki Yemeksepeti mantığının çok daha farklısı Almanya’da, hatta çoğu Avrupa ülkesinde, Kanada ve Avustralya’da var. Bu saydığımız ülkelerde neredeyse hiçbir restoranın kuryeli çalışanı yok. Foodora ve alternatif birkaç şirket (Deliveroo, Lieferando gibi…) daha, restoranlara bu kurye hizmetini veriyor. Bu hem restoranlar açısından büyük kolaylık ve pratiklik sağlıyor (hem de ekonomiklik), hem de kurye açısından. Olay bisikletli kurye için ise tamamen şöyle çalışıyor. Diyelim ki siz bir kuryesiniz, bir çalışma bölgeniz var o bölgedeki restoranların siparişlerini müşteriye siz ulaştırıyorsunuz. Yani hem bisikletinizle spor yapmış olup bir yandan da iş yapmış oluyorsunuz. Bu belki küçük bir örnek ama söylemeye çalıştığımız şey burada, insanların hayatlarını kolaylaştıran bu tür sistemlerin var olduğu, bu sebeple de insanlar burada gerçekten mutlu. Bu bilgiyi de Münih’i yerden göğe yükseltelim diye yazmadığımızı belirtelim, 2018 itibariyle Münih dünyanın yaşanabilir en önemli 3. şehri seçildi. (Bizde boş olmaz, kaynaklarımızla geldik size). Bu seçimde ulaşımdan, ekonomiye; eğitimden, sağlığa; mutluluk ve huzur gibi faktörler önemli yer kaplıyor.

7. Toplu taşımadaki hayat kurtaran atılımlar

Şimdi eminiz ki Türkiye’de belediyeciliğin, devlet bürokrasisinin halkın menfaatine, konforuna, ihtiyacına yönelik tam tıkır çalıştığını düşünenler olacaktır. Hakkını yemeyelim, işini düzgün yapan kurumlar elbette var. Fakat hayatının büyük kısmını bizim gibi Türkiye’nin en ileri seviye şehirleri kabul edilen İstanbul ve İzmir’de geçirmiş kişiler olarak söylüyoruz ki, Türkiye’de ulaşımın hayatı kolaylaştırmadığı aksine çoğu yerde hayatı zorlaştırdığı su götürmez bir gerçek. Aktarmalar üzerine kurulu bir hatta önceki toplu taşımadan inip diğerini beklerken dakikalar, süreler geçip gidiyor. Biz İstanbul’da bir yerden bir yere giderken 30 dakika sonraki aktarma yapacağımız aracın kalkışını beklediğimizi biliriz. Bu işler Münih’te nasıl diye soracak olursanız (ki siz sormadınız ama biz yine de cevaplayacağız! 🙂 ) hemen yanıtlayalım. Diyelim ki A noktasından C noktasına gideceksiniz ama ulaşım aktarma seçenekli ve B noktasında metro veya otobüs değiştirmeniz gerekiyor. B noktasında aktarma yapılan araç A noktasındakinin varış süresi hesaplanarak kalkıyor (Ortalama 3-4 dakika içerisinde). Dolayısıyla B noktasında araç beklemek işkenceye dönüşmüyor. Ve bu entegrasyon şehrin tüm ulaşım hattını içeren bir ağa sahip. Yani halkın ulaşımla zaman kaybetmesi değil, zamanını en optimum sürede kullanması hedef alınmış. Dolayısıyla Münih Belediyesi yol ve köprü yapmıyor, 50 sene önce yapmış olduğu şeyleri günümüzde sorunsuz, sıkıntısız işletiyor, bu da halka yetiyor.

8. Almanya’daki yaşlıların kıçı başı ağrımıyor, üstelik hepsi hayatın içinde aktif birer çalışan

Bizler gerçekten daha çocuk yaşta yetiştirilirken çok nazik yetiştiriliyoruz. Tanım yanlış olmasın tam bir hanım evladıyız, çok hassasız ve bu kadar hassas olmak aslında iyi bir şey değil. Bizi dış zararlara karşı korumaktan ziyade, gelecekte dış dünyaya ayak uydurmada zorluk çektiren başlı başına bir problem. Çokça denk geldiğimiz bir durumdur, 40-45 yaşındaki abiler, ablalarımız şimdiden emeklilik hesaplamalarına girip, emeklilik planları yapmaya kalkar. Çok çalıştıklarından, çok yıprandıklarından söz ederler. Haklılar da, gerçekten de Türkiye’deki çalışma ortamı ve çalışana verilmeyen değer yüzünden çalışan 40 yaşında yıpranmış olduğunu düşünüyor. Fakat Almanya’da bu durum biraz daha farklı. Bir kere Türkiye gibi genç ve çalışabilecek potansiyele sahip nüfusu elinde barındıramıyor Almanya. Yıllardır da böyle, bu sebeple dışarıdan daima işçiyi ihtiyaç duyar birçok alanda. Çünkü kendi nüfusları çok yaşlı, ortalama Alman nüfusu 40 fakat ortalamayı bir yana bırakalım, sokakta bolca 70 yaşında amca ve teyzeler görüyorsunuz gençlere oranla. Burada bir marketin kasasında sıra beklerken 70 yaşında bir teyzeyi kasiyer olarak da görebilirsiniz, sokakta broşür dağıtan 65 yaşında bir amcayı da. Yani bu adamlar bize göre daha çalışkanlar ve yaşları ne olursa olsun çalışma hayatının içerisinde yer alıyorlar. Bu da onların bizlere göre bizce bir artısı. Ülke ekonomilerine böyle de katkı sağlamış oluyorlar oysa bizim ülkemizin gençlerinin bile %22’si işsiz (Aaa hiç kaynaksız bırakır mıyız sizi).

9. Devlet ve banka işleri çok manuel çok, Türkiye kesinlikle daha dijital. Bizce de Almanya bizi kıskanıyor

Şu maddeye dayanana kadar öve öve bitiremeyeceğimizi sandınız Almanya’yı değil mi? Oldunuz mu ters köşe? Şimdi açıklamadan önce bu maddeyi, başlığın olumsuz bir intibaya yol açtığını düşünseniz de, aslında bunun da kendine göre artılarla dolu olduğunu aktaracağız. Oraya geleceğiz:) Burada devlet bürokrasisiyle yahut bir bankayla işiniz olduğunuzda öyle elinizi kolunuzu sallayıp gidemiyorsunuz. Bir kere çalışma saatleri her kurumda farklılık gösterebiliyor bu biiir. Alışmışız Türkiye’deki memur ve işçilerin köle gibi tüm gün çalışmalarına, burada bazı günler 15.00’e kadar, bazı günler 12.00’ye kadar, yalnızca bazı günler 17.00’ye kadar çalışıyor kurumlar. Yani gününe ve o günün çalışma saatlerine bakıp kontrol etmezseniz çat kapı duvara toslayabilirsiniz:) Genelde randevuz işlem yapmak çok çok zor bu da etti mi ikiii. Diyelim ki bir adres beyanında yahut adres değişikliğinde bulunacaksınız ve ilgili devlet kurumuna gidip işinizi hallettiniz. Fakat öyle tek seferde hallolmuyor, evinize posta gönderiyorlar, sizden de gelen postaya 15 iş günü içinde cevap verip o postayı geri göndermenizi istiyorlar. Bu şimdi tek adımda kolay gibi görünse de, bu kurumlardan ve bankalardan posta kutunuz haftada en az bir kere dolup taşabiliyor. Biz ilk zamanlar bu tabloyla karşılaştığımızda açıkçası pek bir sevinmiştik, “Türkiye’deyken hiç soranımız yok şimdi sağolsunlar bizi hiç ihmal etmiyorlar,” diye. Fakat bu bir yerden sonra sizlere daima ek bir sorumluluk kazandırıyor. Posta kutunu sıklıkla kontrol etmek, gelen her şeyin bir önem taşıdığını düşünüp çat pat Almanca’nla anlamaya çalışmak ve yazanların gereğini yerine getirmek. Bir banka hesabı açmak bile bankayla ev arasında 4-5 mektup yazışmasıyla net olarak çözüldü, siz düşünün. Türkiye’de ne güzel kolay oluyor dediğinizi duyar gibiyiz. Elini kolunu sallayarak gir bir bankaya ve “ben banka hesabı açtırmak istiyorum” deyin, uzun bir sıra kuyruğu yoksa anında da açılsın. Hele Almanya’daki bankanın online aplikasyonunu telefonunu indirip hesabını online olarak tanıtmak başlı başına bir örgü yumağı hiç o yumağı açmayacağız:) Bankadan gelen postalardan birinde mobil uygulamanın şifresinin bir kısmı, bir başka gelen postada hesap numarası adı diğer postada online uygulama şifresi vs vs öyle parça parça geliyor. Ama bunların da bir sebebi olduğunu sonradan öğrendik. Almanya’da siber casusluğa karşı güvenlik duvarları çok kolay aşılamasın ve insanlar veya bankalar dolandırılamasın diye bu tür bizlere göre eski usül uygulamalar hala kullanılıyormuş. Türkiye’de pek çok emeklinin, çalışanın hesabının başkalarının eline kolayce geçince nelerin olabildiğini göz önünde bulundurunca, bu durum da sonradan bize mantıklı gelmeye başladı.

1 yılı tamamlamadan, şimdilik ilk anlatmak istediğimiz hayatımızda değişen, başımızın göğe ermesini sağlayan belli başlı farklar bunlar. 1 yılımızı tamamladıktan sonra da o zamanki gözlemlerimize dair yeni bir gözlem yazısı ile bir gece ansızın kapınızı çalabiliriz. Umarız yaşadığınız yerde mutlusunuzdur, değilseniz de mutlu olduğunuz şeyleri yapmak için adım atmaktan kendinizi asla alıkoymayın. Çünkü hepimiz de mutlu olmayı hak eden bireyleriz ve seçimlerimiz doğrultusunda mutluluğumuzu bir parça da biz belirliyoruz. Şimdilik hoşça kalın, sosyal medya kanallarımızı takip etmeyi ve abone olmayı unutmayın. Yeni bir yazıda görüşmek üzere…
2 Paylaşım
3 comments
  1. Hem güncel hem samimi hem akıcı yazdıklarınız, ellerinize sağlık, keyfiniz huzurunuzun hep daha güzel olması dileğiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bunlar da Hoşunuza Gidebilir